Pages

14.10.11

Çorabını Değiştirmeye Mecali Olmayan Adamın Neyine Dünyayı Değiştirmek!

İnsanların tarihe nam salması ne derece müthiş bir olaydır ve bu işi kısa zamanda becerebilenler naçizane benim nazarımda "dahi" grubunda toplanır. 35 yaşında göçmüş, aynı dünyada aynı oksijeni tattığımız Mozart'ı tek bir eserini bilmese de nenelerimiz bile tanır. Yine merhum orta yaş delikanlılarından Steve Jobs şu satırları yazmamızın, okumamızın mimarlarındandır. Diyebiliriz ki Mozart'tan farkı nenelerimizin tanımaması olabilir, ancak dünyamızı siyah kazağı, mavi pantolonu ve yarım bir elma ile değiştirmek onu kahraman bir dahi yapar ve yapmıştır da. Bu mevzu çok makro ve seçici bir mesele olması yanında mikro ortamlarda da benzerlerini yaşarız. Makro dedik mikro dedik kafaya hafif anasonu verdik geçelim mevzuya.

Benim bu bloğu açmam babamın öldüğü güne dayanır. Normal değildir. Babası ölen insan ağlar, perişan olur bacım gibi gider 3 gün yemek yemez. Rengi portakal sarısının az açığına çalıncaya kadar, ruhiyet-i hali kulak memesi kıvamına gelinceye kadar bunalım yaşar, sonra girdiği o karanlık dünyadan ruhi bir güçlenme, keskin bıçaklar gibi boktan gidişata göğüs gerecek kadar cesaretle çıkar. Oturup blog açıp yazı yazmaz, ilk yazımız kanatlanmış olsa da, sonraki yazılarımızda sık sık babamdan bahsetmişliğim, ağzından yazmışlığım, onu yaşıyor görmüşlüğüm vardır. Bu da benim bunalımım olabilir ve o karanlıktan çıkışımın yazısı da bu olabilir bittabi.

Babamın gençlik ideallerinin ufacığını fotoğraflar anlatırdı. Faşist diye atıldığı 2 üniversite, yüksek öğretim men cezası  ve 25 sene sonra aldığı af sonrası 3. üniversitesini kazanması dışında kendisinin neler yaşadığının çok büyük kısmını "yakinlerden ölen insanlar arkasından anlatılan anılar" serisinden öğrendim. Anladığım kadarıyla bizim peder kendini tam bir "mal" gösterebilecek kadar dahiymiş. Hayatının hatası için üzülerek annemle evliliğini işaret edeceğim. Bakın annemi kötülemiyorum, kötülemem de. Ancak insanların "birbirine denk olma" durumu faşist babam için kendisine bir zeval gelmesinden korkan aile eşrafı tarafından "görücü usulü" bombasıyla havaya uçurulmuş. Bilmem kaç bin kitap okumuş bir insanın Ömer Seyfettin'i tanımayan biriyle evlenmesi çocukluğunu eve muhkem bir durum olmadıkça gelmeyen babasını görmeden geçiren bir nesile teslim eder ki mevzu bahis neslin azımsanmayacak kadar çok olduğunu düşünürsek, toplumun kolonlarından "aile" yapısının alt üst olmasında yegane sebebinin birbirlerini her müsait mekan ve zamanda düdükleyenleri konu alan berdüş dizilerin olmadığını görürüz. Hayata bakış açıları benzer, birbirlerini anlayan, dinleyen ailelerde 15 sene kocası öksüren bir eş, kocasına üst kat komşusunun aldığı son model çamaşır makinesini değil, göğüs hastalıkları hastanesini gösterir. Kader tarafından baktığımızda vadenin geldiği günü değiştirmeyecek bile olsa, daha sağlıklı ve geleceğini gören evlatların yetişmesine vesile olabileceğini ve kader mekanizmasının bu varsayıma karşı çıkmayacağı görüşündeyim ki bu da bir varsayım.

Babam gibi bir adam olmak isterdim, onun yetiştirdiği gibi kendimi yetiştirmek ve hatalarını kendime ders ederek dünyayı değiştirebilecek bir insan olabilirdim. Ancak dünyaya "tavuk-yumurta-civciv" paradoksuna benzer çakma paradokslar yaratmak dışında esaslı bir katkım, hiç değilse inşası süren bir yapıya koyduğum tek bir taş olmadı. 

Bir ton işle uğraşınız varsa aslında hiçbiriyle uğraşmıyorsunuz demektir. Aslı şu olmalıdır; Bir ensturman mı çalacaksın o zaman onu çal herkes dinlesin, inşaat mühendisi mi olacaksın o zaman öyle bir bina yap ki hamile kadınların canı kireç çektiğinde duvarlarını yalamaya kıyamasınlar, şarkıcı mı olacaksın o zaman onu öyle bir söyle ki seni dinleyen kendisini jiletlemekle yetinmesin yanındakini de jiletlesin, yazı mı yazacaksın, o zaman yaz Ahmet Hakan bile okusun, iç geçirsin. Yaptığın işte en iyi olduktan sonra kendini beğenmek en meşru hak olur; kendini beğen, arkandan siktir çekilsin, Meyve ver taşlan düşen elmanın da yarısını ısır "benim yarım elmamı yiyin taam mı!" diye de atarın olsun. İnsanlar sırf sevmesi için mütevazilik göstermek sanal bir sevgi yaratır, insanın sevilmesi için yapması gereken ilk iş kendini sevmesi ve kendine güvenmesi olmalıdır. 

Ben hayatımda tuttuğum hiçbir işi aslında yapamamış bir adamım. Şu yazıyı yazıyorum mesela her kelime bir öncekinin gayri meşru çocuğu. Cümleler piç haliyle. Bırak yazı dediğini Ahmet Hakan yazsın, sen becerebildiğine git dedim sürüce kez, mamafih piç cümleler kurmayı bırakmayı bile başaramadım. Her küfür ettiğim imkan ve şeraitten affımı dilerim. Aynı hayatı sürdüğüm hatta daha kötüsünde olup dünyaya parmak atan arkadaşlarım var benim, bu da mikro ölçekte onları "dahi" pek tabi beni "mal" yapar. 

*Steve Jobs yaşarken kıymeti bilinen ender adamlardandı kendisine rahmet diliyorum, ancak mezarına neden herkes ısırdığı elmayı bırakıyor anlamış değilim, acaba yarım elmayla onu mu demek istedi?
*Mozart dedim ama ben Beethoven hayranıyım özellikle de 9. senfoniyi yazan ellerini, duymayan kulaklarını yiğerim ben onun!
*Babamı artık sadece özlemiyorum. Özlemek, onun için çalışmak kadar insanı hayırlı evlat yapmıyor.
*Bu satırlarla dörttür Ahmet Hakan lafzı kullandım. Okumadığını bildiğimden rahatça atıp tutuyorum bu da Ahmet Hakan'ın bu satırları okumamasının güzel yönü.
*Kocakulaklı bir maldan ayrıntılı nameler dinlediniz, saygılar.

1.8.11

İngiliz Şeysindense Osmanlının Şeysini Yeğlerim!

Çok sevdiğim bir arkadaşım evlendi bugün. Çok seviyorum kendisini. Mahmur bir ses tonu var konuşurken sempatikliğe bak dedirten ve devamlı sırıtan bir yüz. Hoş espiriler yapar güldürür en önemlisi biri feysbuka yazsa arkadaşlıktan sileceğin derece salak espirilere bile güler. Yani komik diye değil tabi, arkadaş da her boka gülen gerizekalı değil, Allah ona sırıtsın diye bir adet surat, arkadaşı diye çiğ espirilere gülecek gönül vermiş o da görevini yerine getiriyor icabında. Allahın insan diye yaratıp hayvana dönüşenlerindense bu çocuğun uğruna çiğ çiğ tuğla yenir. Tuğla da ne alakaysa,,..,,

Gelinimiz İngiliz ve hayır aşkları her Türk erkeği gibi yabancı uyruklu kadın görünce bir gece atlarım, iki kere yalarım, üç posta kayarım, hey maşallah ne mal var, üç postayı beş yapalım seksopaliteleriyle başlamadı. Bizimki süpersonik espiriler yaptı yerli ve yabancı dillerde güldürdü kızı, kızın en düşük espirilerine güldü, fikir sundu kız beğendi, kızın fikirlerini bizimki beğendi. Kız uğurda Türkiye topraklarında ev hanımlığını kabul etti, bizimki uğurda evlenmeyi dile getirdi, sevdi, sevildi, evlenildi.

Kızın babası 35 sene evveli İngiltereye göçmüş bir Türk. Anne doğma-büyüme İngiliz. Zaten aşk da 35 sene sülalesini görmeyen İngilterede yaşayan bir Türk' ün ailesini ziyaretiyle başlar. Çorum' un köyüne giden İngiliz ailesi ilk haftasını misket misket kakalarını inceledikleri, yünlerinin arasında ellerini dolaştırdıkları, kınalı kıçlı koyunlara hayret ederek, paso leblebi yiyip kendilerini kabız ederek, kendilerine bakıp bakıp sırıtan sırıtırken yamulan köy halkıyla el kol şakası yaparak geçirdikten sonra canları çok sıkılır Bodruma geçerler, otelde garson olarak çalışan bizim arkadaşla da yolları böylece kesişmiş olur İngiliz kızın.

Şimdi tabi bu tür evlilikeler kültürel miras sayılacak kadar değerli olmakla beraber tehlikelidir de. En başta kültürel farklılıklar iki taraflı hayretleri oluşturabilir ki kıvırmaya gerek yok, züke züke oluşturur. 50 tane arabanın arka arkaya kornalara abanıp giderken gelin arabasının önündeki arka kapısı açık panelvanda cıbız bir arkadaşın elinde kamerayla video çekmesi bir İngiliz için "kiliseye iki mum dikeydik iyiydi" taleplerinin nasıl basit kaldığını gösterir ve bu modern hayat için en düşük anlamıyla "hayal kırıklığı" dır.

Gelelim düğüne; diğer düğünlerde de olduğu gibi bu düğünde de en çok dikkatimi çeken iki unsur;

1- Gelin hopidik hopidik oynarken, ortalığa gülücük fırlatırken, damat mal mal bakıyor; Evet bakın gelin İngiliz diyorum başından beri vurguluyorum, ama bir misket havası bu kadar mı profosyonel oynanır. Şantör "al gızını vur duvara" diye çığırıyor kızın şeysine değil çekilen fotoğraflarda tanınmaz hale gelene kadar oynuyor. Damat; mal mal bakıyor. Bu kadar mı? Evet, arkadaşlarının ortaya alıp oynatmak istemesi ve her oynamaktan dolaylı yollarla kaçan şahsın ensturmanı; alkış tutması ve takı merasiminde herkese boğarca sarılışının dışında bu kadar.

Anneye sorulur tabi böyle şeyler anne sizin düğünde babam nasıldı diye o da söylüyor "ne bilim ben oynuyodum o mal mal bahıyodu, ben o gün vazgeçecektim zaten o gaynanam olacah oros....." /neyse gerisi aile içi mesele./ diye. Demekki var erkeklerde düğün günü gözle görülür bi mallık.

2- Damat en son evlenen arkadaşıyla birşeyler fısıldaşıyor; Bak erkek adamım yemin ediyorum bu sırrı çözmüş değilim. Evlenen kişi, bir önce evlenen arkadaşının kulağına fısıldıyor, o da onun kulağına fısıldıyor baya ciddi gecen 1-2 dakikalık fısıldaşmalar "ahuahuhaua" diye gülüşüp, birbirlerini ittirerek bitiyor. Bu erkeklerin kendi kendilerine ürettikleri enteresan bir oto-kontrol ve gizem. Kimse bilmiyor. Hani sapıklığa bağlasam ne sorcaklar lan işte "o işi" konuşuyorlar derim de erkek daha öncesinde konuşmamışsa orada "o işi" hiç konuşmaz. Sırf bu yüzden evlendirecekler o olacak.

Arkadaşımın evlenmesi hayrına gizemleri çok kurcalamıyorum. Onlar bugün balayına ilk tanıştıkları otele gittiler. 7 gün kalacaklardı orda ama gelinin baba sülalesinin yoğun taleplerine dayanamayarak balayılarının son 2 gününü Çorum' un köyünde yapılan bilmem kaçıncı leblebi yiyen ayıboğan şenliklerinde at tımarlayacak, köpek dövüşleri izleyecek, en hızlı keçi sütü emme yarışmalarına katılacaklar. İkisine de ömür boyu mutluluklar.

5.7.11

Hocam Başlığı Gençliğin Teknolojiyle İmtahanı Olarak Yazalım!

Lise zamanlarımızda önemli bazı tırsınç dakikalarımız vardı. Misal hocaya abesle iştigal soru sormak adamin suratını hocanın üstün kavrama özelliğine sahip elleriyle işgal etmesi demekti. Hocanın sorduğu soruya oturulan mevkiye göre pencerelere sürülmüş macunlara, duvardaki yarıklara yada sıranın üstüne kazınmış sevgili isimlerine sukut ederek bakmak, ilahi güçten bakılan yerde cevabın belirmesini, böyle içe doğru bi "oku!" mucizesi beklemek, hazin bir sonun habercisiydi keza. O zamanlar hoca dayaklarından sonra velilerin okul yönetimini "hepinizi Hakkariye sürdürceeğğem" diye kendini okul girişindeki demir kapıya zincirleyerek protesto eden hareketlerinin yerini varoş semtlerde "vay eşşolu eşşek demek hocadan dayak yidin!" dayağı, kral dairelerinde ise "çabuk odana murat can cezalısın harçlığından kescem ayrıca ahşama yemek filan yok" cezası olarak ayrı bir ebeveyn fırtınasına çeviren uygulamalar mevcuttu ki tam bir karanlık orta çağı, tam bir höyt deyince susan efendi ögrenci üstünlüğü politeryası hakim ülkede.

Sorsan şimdi bizimkiler hep kendini savunur öyle şeylerde "bizim zamanımızda şu yohtu bu yohtu zart olmazdı zurt için şu yapılırdı" iyi de babacığım yani tarihi kayıtlara bakıyoruz o zamanlar olmayıp bizim zamanımızda olan sadece renkli televizyonlar var, hadi biraz daha ötesinde kumandalı renkli televizyonlar olmuş. O da zaten babam kumandayı gömleğinin cebine koyardı tuşlarının ne işe yaradığını bile anlamazdık. Enteresan gizemli bi aygıttı sadece bizim için. Yani gömlek cebinde muhafaza edilen kumandanın kefareti okulda dayak nedeniyle yenilen 40 dakikalık dayaksa, şimdiki çocukların diri diri gömülmemesi şaşırtıcı bişe değil mi lan?

Benim zamanımda Nintendolarda Mario' ya zıplayınca "basınca zıplıyo lan" diye ağzı açık bakıyordum, onu da zıplatmak için anneme "anneee nooolurr Eren gillere misafirliğe gidek nooluur" diye yalvarıyordum. Teknolojiye en sık ulaştığım zamanlarım Eren' in ayağını kırmasına binayen her gün gittiğim "Eren' in evde canı çoh sıhılıyo şu kepçe arhadaşı gelsin biraz oynasınlar" zamanıdır ki o zamanlar da hep Eren Mario oluyodu ben Luigi. Bütün kutuları kırıp bana pis pis gerizekalı muamelesi yapan Eren'e tahammül etmişim, onun bile bi bedeli vardı demek istiyorum.

Olay bilgiye çabuk ulaşıyorduk ise, nerde üstadım? Hoca ödev verir gider halk kütüphanesine sabah girersin akşama kadar içi kurtlanmış kitaplardan yazar durursun. Hadi kitaplar eski zamandakilerden yeni diyecem de kapağında "mektebimin can-u alisi talebem Füsun Takar' a armağandır Tarih: 13.09.1943" yani kitabı yazan da, satan da, hediye eden de, hediyeyi alan da şu an rahmetli. Ölmüşlerine rahmet olsun diye çocukları halk eğitime bahşetmiş kitabı bu mudur imkan?

Şimdi ben de "bah şimdi ki çocuhların her şeyi var" bıdı bıdısı yapıp yeni neslin körpe beyinlerine taş atmak istemem de arkadaş 13 yaşındaki çocuk wikiliksin ülkeler arası gizli yazışmalarını 0,22 saniye içinde buluyor.

/süre googleda an içinde arama yapılarak bulunmuştur./

Ama buluyor mu? Yok! Okuyor mu? Yok! hayatı boyunca 2 tane kitap okumamış genç dimahlar çakma cümlelerden kendilerine feysbuk iletisi yapıyor. Geçen üniversite hocası konuşuyor "ödev verdim web sayfasını olduğu gibi getirmiş, worde bile atma gereği duymamış" diye yakınıyor peki dayak? Yok! dayak atılsın uğraşında değilim, biz neden dayak yedik onu soruyorum! Üniversite gençlerinin dinamizim kaynağını sosyal olanlar; çektirdikleri resimleri feysbukta paylaşanlar, evde mal mal oturanları ise bütün gün onları beğenenler, paylaşanlar oluşturuyor. Feysbuk hesabının donduğunu öğrenince tansiyonu düşen, bunalıma girip hayata küsen gençler, teknolojinin kendisine muhtaç ettiği, yönettiği insanlar ve ellerini ovuşturan zafer içindeki katipalizm. Böyle bir toplumda cehalet vazgeçilmez bir hıyarlıktır ki böyle bir hıyarizimden hiç bi cacık olmaz afedersiniz.

Dindar geçineni dinini bilmez, 5 şartı deyince şeyy "Allahh, Peygamberr, Melekkk, bidee ha şey oruç, oruç" diye sana bakar, kafasına eseni cennete gönderir esmeyeni cehennemde yakar, Tarihçisi "kardeşim ben tarih ohuyom benden iyi mi bilceksiniz Kanuni, Yavuz'un babası!" entelizmi yaratır. Fizikçisi "kuantum böyle şey gibi enteresan bişe" diye şaşırtır vb.vs. Böyle zengin bilgi kaynağı ortamında bilgisiz yetişen gençlerden internet kafelerde kantır, knight gibi çoklu oyunlar oynarken "beni bırahmayın lağğnn sıhın sıhın gafalarına sıghın!" dayanışması olur başka da bi bok olmaz.

Peki benden bi bok oldu mu? Olmadı. Ama diyebilir miyiz ki bunun Marioyu zıplatmakla alakası var diyemeyiz.O zaman dağılalım.....

30.6.11

Titreyen Kulaklar Aşkına; Siyaset, Necaset, Taharet!

Erzurumda ilkokula gidiyorum o zamanlar ama şehir merkezine baya uzak bir ilçenin karayolu üstünde konuşlanmiş mezrasinda. Yani isim de veririm de napcan tanican mi? Google da aratsan bunu mu demek istediniz diye Şili'nin bi kasabasini gösterir bi kere merak ettim arattim o çıktı. Çok koydu o zamanlar feysbukta grubunu kurdum kardeşim bile üye olmadı.

Kırsaldayız baya o yüzden protokol demek bir lise öğretmeni, bir üniversite öğrencisi, bir cami imami, bir devlet dairesi mutemeti ki biz de devletin bile unuttuğu devlet lojmanlarinda oturuyoruz mezra kahvehanesinde özel yeri var çalışanların, en fazla protokol sahibi yer olmamız hasebiyle bölye 23 Nisanda, 19 Mayısta filan ilçe belediyeden başkan vekili sıfatıyla gelen su faturası tahsilatçısı adamın yanında bizim babamlar filan onlarla beraber Türk Silahlı Kuvvetleri adına jandarmada o günkü nöbetçi çavuş, onların yanında da bizim ordan yine traktör kullanan isçi amcalara protokolü oluştururdu. 10 Kasimda onlarin direktifiyle mezranın girişindeki tek bayrak yarıya indirilirdi. Ağlanacaksa onların karşısındaki vakur duruş kaybedilmeden ağlanılırdı.

Derken yine böyle protokolün eller arkada yürürken mezramızın makus talihini değiştirecek "tavukların doğurganlığı ve bunu arttırma yolları ile rakip mezralar gibi en azından yumurtayi ilçeden ithal etmek yerine kendi yumurtamizi üretmek uzun vadede ise ilçeye yumurta ihraç edip mezra ekonomisini muasır mezralar seviyesine ulastırmak." gibi fikirler üretiği bi gün "Ertesi gün Erzurumda birileriyle yada bişelerle temasta bulunacak olan Cumhurbaskanı Süleyman Demirel' in Erzurum ziyareti öncesi civcivcik nahiyesini ziyaret edecek olması" haberi bomba etkisi yarattı. Bomba ama ne bomba yani o ürettiğimiz yumurtalarin hepsini yarım saatte yesek de aynı anda tüm mezra meydanda ossursak millet boyle aklını kaybetmezdi. Protokolumuz dağıldı. Öğretmen tahtaya anlamsız şekiller çizdi, imam ezan okumayı unuttu, evlatlar altina kaçırdı, analar hortumla götlerine vuramaz oldu, 4 aydir durmadan yağan kar havada dondu, horozlar vakitsiz öttü de kendi kendilerine harakiri yapar oldu.

Kendine ilk gelenler mezrayi toparlamaya koyuldu, ögretmenler hemen hazirliklara girişti şehrin girisinde Süleyman Demirel geleceğin parlak yüzü genç dimahları olarak ilk bizi görecek, şapkasını ilk bize doğru sallayacak, kelini ilk bize gösterecek belki de hepimize öptürecekti. Ne büyük mutluluk, ne büyük onur kardeşim. Binaneynaleyh diyecekti bize onun o dudak kavisleriyle biz kendimizden geçecektik tansiyonumuz duşecekti.

Ertesi gün okula 1 saat erken gittik tabi o gün mezrada ve ilçe genelinde okullar tatil oldu bizim ayaklar ayrica ona sevinçten götümüze vuruyor. Hemen tek kol araliğı sıraya sokulduk ve ilçe merkezine doğru yürüyüşe geçtik. Daha 20 gün önce sarılık geçiren arkadaşımız için ambulansın yardıramadiğı 1 buçuk metre kar barındıran yol Süleyman babanın gelişinin haber alınmasiyla beraber 1 gecede kaymak gibi yola dönüşmüş. Bunu firsat bilen aile yakinleri ambulansa tekrar telefon etmiş yol açıldı diye o da yolda pişti olma korkusuyla gelmemiş hani kraldan çok kralci olunur ya iste bu da kralın götünü dil ucuyla taharet etme grubuna bir örnek oluşturmuş ama biz onu sonradan anlamışız.

Yolun bize ayrilmiş kismina geçtik bekliyoruz ama nasıl bir soğuk var kar yağmıyor, yumuşamıyor, hafif bir ruzgar var ayaklar karın içinde donmuş ben içimden Allah'ın bizden mi yoksa Süleyman Demirelden mi daha çok nefret ettiğini düşünüyorum. Öğretmenler giymiş kase paltoları yakalarını yukarı doğru açmışlar tir tir titriyorlar, bizim soğuktan rüzgarda sallanan yakalığımızdan burnumuzdan üst dudağimizin azcik üstüne kadar akmiş sümüğümüze kadar herşeyimiz donmuş. Ossuruğumuzun gazını bile havada katı hale geçirmiş bir soğuk ama bize mont giymek yasak... Kafam büyüklüğünde kulaklarimi hissetmedigim ender bir an.

3 saat kadar bekledik arada yoldan geçen polis arabalariyla aha vallaha geliyo heyecani yasadık, onları alkışladık, zenginlerin gicir arabalarını alkışladık, at arabasiyla bıyıklari donmus bi amca geçiyordu "alkislayin lan sictigimin enikleri" diye bağirdı onu alkışladık, müdür çıktı; "size söyle derse böyle diyin şunu sorarsa bunu söyleyin kafanızı okşarsa çükünü elleyin" dedi onu alkışladık artık elimizi de hissetmez olduk. Donmamak için birbirimize sarıldık o arada 4-5 tane sihay araba gecti gitti önümüzden son sürat. Sihay araba çünkü siyah olduğunu sonradan soylediler emin değilim yalan olmasın diye yanlış söylüyorum; sihay. Kelini göstermeden, şapkasını sallamadan, ilçeye selam vermeden hatta arabasının hızını bile kesmeden geçti gitti.

Daha devlet kimin için halk neci sorularına cumhuriyet kurulmuş kurulalı yanıt bulunmuş değil. Ama devlet erkanının önünde diz çökmeyle devlet erkanına saygı göstermek arasındaki farkı anlamamış bizler devlet erkanına eleştiri getirmekle anasına sövmek arasındaki farkı da beyhudedir ki anlamamışız. O zamanlar titrememizi vicdanında hissetmemiş tam itaatçiler bugün aynı insanın anasına küfretmekteler. Daha kötüsü o zaman da kendilerine haklı sebepler bulmuşlardı şimdi de haklı sebepler bulmuşlar. Kulaklarımı donduran zihniyete ne kadar küfrediyorsam, birbirini siyaset için üzen taraftar arkadaşlara da o kadar küfrediyorum. Gün gelir belki ben de onlara küfrettiğim için pişman olurum, ama birşeyler değişmiştir ki olmuşumdur. Oy verdiğim adamlar ceremesini çeksin, yumruklanacaksa gitsin birbirini yumruklasın, sövülecekse birbirlerine sövsünler diye oy vermişim. Varlıkları benim kulaklarımın varlığına kurban olsun. Ne çocuklar titresin, ne analara sövülsün, mesele bu.

17.6.11

Entel Adam Fotografsız Kitap Okur vol1

Lan blog sana bi haberim var enteresan oğlu enteresan yemin ediyorum Kualalumpurda pelikan gotü inceleyip sonra birbirlerine "benim gözlemledigim göt senin gözlemlediğinden daha pembemsi" diye hava atan kuş gözlemcilerinden hatta bütün gün o adamlari seyreden benim ev arkadaşindan daha enteresan bi haber; bebeğim internete bağlanan telefon aldım hatta bu yazıyı ondan yazıyorum inanamadin diğmi hayretler içinde kaldın hatta götun düstü diğmi? Neyse realite diyor ki çok da şikuleta yazam yazımı da gidem.
Şimdi olay şu parayı bulan kabakulak kişisi nefsine yenik düstü. Nasıl bi eziklikse onceden millette gördüğü ve hep bok attığı şeylere para yatırmaya koyuldu, tukurdugunu yaladi, yaladigina pişman oldu onu da tukürdü mecbur sonra yine yaladı yalama oldu. 3 kuruş maaşıyla alamadığınıda öpücük usulu çalışan bankalarin birinden aldigi kredi kartiyla destekledi 2 ayda ebesinin aziz peder Monteradosu kadar borçlandı şimdi kafasi karisik. Gelelim nelere bok attıgımıza neden ve sonuclarina...

Aynı anda hem babalara layık hem de babalara getiren kusursuz alet; Kredi Kartı 

Şimdi balım tabi o zamanlar cebimizde kuruş yok yani eşeysiz üreme ürünü olsam anca bu kadar sefil olabilirdim. Annem bana hep reddetmis gozlerle bakiyordu, dinledigim şarkilarin hepsinde sevgiden aşktan degil parasizliktan mana cikariyordum. Anlam veremedigim sarkilara sevdam beni günbegün ajdar hayrani yapiyiyordu birak bankalarin kredi karti vermesini belediye otobusleri beni taşınası bir adam olarak bile görmuyordu nerde kaldi banka, kredi, kart...

Tabi az biraz cep gürbüzlenince kapital ister ki bi kredi kartın olsun sevgilinle avmlerde cirit at parayi dert etme cırt cektir, sevgilin acikti mı canı şato büryan mı çekti o zaman cırt çektir, arkadaslarin internetten müebbete yakin taksitlerle bişeler aliyo sen öyle salak salak bakiyor musun o halde ne duruyorsun cırt çektir. eee çektirdin çektirdin babanin parasi sandın butun limiti bitirdin mi o zaman cektirme sırası bankada simdi bankada sana butun ay siktir cektirsin.

Bu biraz danışıklı dövuş işletmen de banka gibi senin bir kredi kartin olsun borçlan ki işletme sana istedigi fantastik pozisyonlari uygulasın ama sen kredi kartı borcunu ne bok yiyip odiyim diye kafana tak ki öyle hakkın yendi mi ceketini alıp gideme gidilecekse donuna kadar soyun götün de yerse git. banka memnun olsun isletme göbek atsin sende hani bana hani bana de iste böyle.
sonuç su güzel bloğum aybalam, kredi kartım var limiti dolmuş ama sana yazabilecegim internetten 10 ay taksitle aldığım bi telefonum olmuş daha ne olsun.

Hayatta girmezdim bu kart işine ya hani çok büyük tufaya düştüm Rıdvan Hocam anlatırım bi ara...

Canımın içi bu yazıda yok zamanımızda millete bok atıp simdi aynısını yaptıgim seylerin ilkine az bişe değindim konu sürcek bi vakit sonra diğerlerine de değincem bundan sonra yazılarda resim olmaz bence zira almadan once her boku yiyebilecek sandiğım telefondan yazdığım yazıya nasil resim ekleyecegimi bulamadım sen orada banka reklaminda oynayan kafasinda marul kıvırcığı güzellerden biri düşün böyle elindeki kredi kartini bloğa sokuyomus gibi yapsin mesela...

21.4.11

Bir Daha Soranın da Avradını!

Selam benim bahtı kara dijitürk kurbanı kapatılmış, hırpalanmış yüreğiyle bir kedi masumluğunda aynı kedi tırmığında hırçınlığıyla bekleyen bloğum. Sana desem ki en son sana yazdığım günden beri para&bilgisayar eğrisine giremedim de sana yazamadım tırmığı suratıma yerim ama doğrusunu söyleyelim evet benim arka planı kara ama özünde ak bloğum para bulamadım da yazamadım. Dayanamadım dostlarımızdan aldığımız sıfır faizli paraların bir kısmını senin için harcıyorum bu vefasız kelimelerle affola.

Şimdi daha önce değindiğim konuya binayen şehir değiştirdim hem de memleketimin serhad şehirlerinin birinden bir diğerine gidecek kadar. Şehir değişikliğimizin elbet ilk nedeni işsizlikti ki her haber programında küt saçlı zengin kadınlar "üniversiteli gençlerimizi işsiz görmekten esef duyuyorum" dedikçe benim gözlerim doldu. Tamam üniversiteli gençler olarak kantinde elde kolalar langırt oynarken kız kesecek kadar maharet dolu beyinlerimiz az bişeler üretmeye çalışsaydı belki işsiz kalmazdık. Ama belkide üreten halimizle de işsiz kalır harbiden meclis önünde kendimizi yakardık. Ama harbiden dersler sıkıcıydı kanka. Kimse üret demiyordu ki, söylüyorum ezberle! diyordu. Sonuçta kantinlerde harcanan bedbaht saatler derslerde harcanan zorba zamanın sebebi gibi geliyor bana gibi, olabilir mesela. "Bu anlattıhlarım hayatınızda hep karşınıza çıhacah" diye başlayan hocamın sinüs 30 dan tanjant 90 a kadar yolu var o ayrı ama keşke bizi boğmasalardı...

Mezun olduktan sonra işsizlik olayı belli başlı bir sıralamaya giriyor; başta nasipten çıkan işlere burun kıvıran işsiz gençlik günler bir bir geçerken, uyuma saatleri sabah 6 yı gösterirken artık sosyal ortamlardan giderek uzaklaşıyor ve orda burda duyduğu işleri kendine yakıştırmaya başlıyor. Sinema bileti kesen gişe memurlarını görünce aslında kıyak iş diye başlayan bu sıralama kapıcı çöpü almaya gelince kapıcımı olsam, eve öğrenim kredisinden kalan borçları getiren postacıyı görünce postacı mı olsam, haciz kağıdının altında imzası bulunan mal müdürünü görünce "ben en iyisi mal olim zaten yükselir bigün müdür de olurum" diye psikoloji lastik gibi hem uzuyor hem de geriliyor, lastiğin kopma olayına ise halk arasında "kayışı kopartmış" deniyor ki işte onlar da ben gibi evden kaçıyor.

Tabi evden kaçmak böyle" portakallı pekin ördeğime sinek düşmüş yiyemedim" bahanesiyle sınırlandırılamayacak bir mevzu. Benim zaten var olan sülale-i annem ile yaşadığım çatışmalar memleketimde sabır&tahammül eğrilerini de yok etti. İş buldum "o hadar ohudu pohum gibi iş buldu" olur. Evde otudum "o hadar ohudu bi poh olamadı" oldum sonuçta illa "poh" ile kurulan cümlelerde gizli özne oldum.

Memleket derken o da değişken bir mevzu neye göre memleket, kime göre memleket... Anamızın doğurduğu yer hemen memleket olmamalı, ne bilim aynı memlekette analarımız doğurdu diye "ovvv memleketlim" diye insanlar birbirine sarılmamalı, harbi memleket veya memleketli diye kavramlar varsa memleketli memleketlisini gurbette oynaşı sanmamalı. Memleketlilik harbi bi boka yarıyorsa babalar rahimlere aynı memlekette salmalı yavrularını, analar ağız birliği yapıp aynı memlekette, aynı hastanede, aynı odada, mümkünse aynı yatakta doğurmalı evlatlarını ama inanmıyorum yani en azından kendi memleketlerime güvenmemekteyim, üstüme gelmeyin dağlar oy dağlar...

Evden kaçmak için kültürel bir çakışma da lazım ayrıca

Üniversite zamanında uzun süre doğduğum şehirden uzak kalmak aslında yaşadığım yere beni uzak kılmış onu anladım. Ne bilim önceden dikkat mi etmiyordum nedir, bir dışlanmaya maruz kaldım uzunca. Gülümseyerek bir yere girmek "ne ayah lan bu dangalah" a kadar uzanan fütüristik bir süreç. Memleketten kaçmadan önce apartmanımızın 4. katında yaşayan gençten bir doktor arkadaşımız kız arkadaşıyla eve geldiği için apartmanın yöneticisinden feci bir fırça yedi. Fırça derken post-modern mecaz-ı mürsellerde adı geçen kelimelerden oluşan fırca değil, bildiğimiz arabaların üstünde kuş sıçmıklarını temizlemeye yarayan tuvaletlerde, banyolarda neden muhafaza edildiği anlaşılmayan saplı fırçalardan. Doktor kardeşimize yönetici tarafından yapılan bu darp olayından sonra yöneticimizi karşı apartmanda ailesiyle yaşayan kendi kızından küçük liseli bir kıza yavşarken yakaladığımda "sigara sarısı bıyıklarda kıskançlık tüten otistik hareketler" kitabında(1) adı geçen "godoş cafer" karakteri(2) gözümün önünde belirdi. Yani aynı yaşları elleri şüküsüne mahkum yöneticimiz kendi zamanında yapamadığını yaptığına inandığı doktoru kıskançlık dürtüsüyle darp etmiş bunu anlıyorum. Yanlış da anlıyor olabilirim ki ben zaten malım.

Neyse bloğum canım benim.  Böyleyken böyle işte. Dedikodulardan, hırdan gürden uzağım. Tabi her rahatlık bir mutluluk çubuğu olur, o çubuk da batar da batar onu da sonra anlatırım. Şimdilik Çanakkalede işimiz var da daha maaş alamadık. Maaşı aldığımda yine gelirim. Borç parayla yazılan cümlelerden bu kadar olur. Daha sık yazmaya çalışacağım. Öperim gözlerinden balım.

(1) böyle bir kitap yoh..
(2) doğal olarah böyle bir karakterde yoh. ama ben yazcam öyle bişe.

14.2.11

Kaçtım Yine Dalgalanıyorum Ben!

AŞTİ' yi bilen bilir, zemin katında arabaların pir-u pak olduğu yerde iki otobüs arasına çişimi ederek AŞTİ tuvaletinden kurtardığım 1 lirayla sana sesleniyorum ey blog. Dün aldığım pek hızlı kararla doğunun küçük ilinden başkente yola çıktım. Yüksek dozda işsizlik otobüsün 42 numaralı koltuğunda motor sesinden sabaha kadar otobüsün morotuna, bujisine, kayışına, şaftına küfretmekten çok daha mühim kalıyor.

Yolculuğumuzun en önemli amacı iş bulmak. Biraz keyfim yerine gelirse meclis önünde kendimi yakmayı planlıyorum da şu anki moralle olmaz o iş.

Daha evdekiler yokluğumu anlamamış olacaklar ki telefonuma yanlışlıkla gelen bir çağrı bile yok. Toplamda 110 lirayla çıktığımız bu yolda, Çanakkale için aldığımız biletten sonra geriye pek birşey kalmadı. Şehrimin güzel otogarından Çanakkaleye bir tane aktarmasız araba olaydı ne güzel olurdu. Gerçi 22 saat yolu bir çırpıda gitmek nasıl bir deneyim isteğiyse neyse...

Ankaraya gelene kadar sövdüm durdum koridor kenarına. Otobüsün en arka 4 lüsüyle kıçımın kenarını her 20 dakikada bir uyuşturmuş çekilmeyen koridor kenarı. O derece yorgun düşmüşüm ki Çanakkaleye bilet alırken "18 numara iyi mi?"diye soran adama iyi iyi dedim geçiştirdim. Kızılay yolunda Ankaray içinde yaptığım permütasyon ve kombinasyona göre yine koridor kenarındayım. Tabi yorgunluk ve sinir kızılay metrosundan çıktıktan sonra kendi kendine konuşma psikozu yarattı. Yanımda yürüyen saçlarını üstten toplamış, soğukta kapri ve sıfır kol penye giymesiyle normal olmadığını daha ilk intibada bırakan kadın "eniştene sıçayım, enişte kim, köpek enişte" diye annemin bana kurduğu cümlelere parallikte eniştesine sıçıyordu, ben de "ne koridoru lan yine mi kodumun koridoru ne koridoru" diye kadına eşlik ederken buldum kendimi. O değil Ankara insanı çok normal karşılıyor böyle şeyleri kimse napıyonuz lan siz bakışı bile atmadı. İyi ki varsın Ankaralı.

Ben çok önceleri bir daha gelmiştim Ankara'ya, metroda konuşuyor diye çocuklarını çekiştiren "şşşşttt metrodayız" diye metroya bir ibadethane, bir kütüphane ne bilim bir hastane, bir banka kuyruğu misyonu yükleyen ebeveyinler vardı. Şimdi o çocuklar büyümüş liseli olmuş metroda seslerini ayyuka çıkarır olmuş, ebeveyinlere sadece sağa sola kafa sallamak kalmış. Ama böyle daha bi renkli olmuş memur kenti. Ayrıca Ankara' ya gelmek için otogara giderken bindiğim şehrimin minübüsunun buram buram tezek kokusundan sonra Ankara'da genç, dinamik ve arkadaş arasında bıldırcın kod adıyla andığımız kızların zıpırlıkları insana o araca koyun, kuzu, inek, öküz binmediğini gösteriyor ki bu da insanı güvende hissettiriyor.

Şimdi Ankaradayım az sonra Çanakkaleye gidecek bir başka koridor kenarı rezerveli otobüse binecem ama bir kişi sorsa ki ne diye verecek cevabım yok. Hepimiz zaman zaman evden kaçmak istedik. Bazılarımız yaptı bazılarımız kırdı kıçını oturdu evine. Her halukarda biri diğerinin yerinde olmak istedi. Ama önemli olan zaman kavramı. Tamam lisede böyle bişey yapsam evde biraz panik olur, bulunduğumda da "çocuk işte" affından yararlanırım da 30'a 3-5 kala evden kaçmak enteresan bir duygu. Hep şimdi evde olsam gibi pişmanlığa ramak kalan cümleler beyinde. Bunların cümleye dökülüp ağzımdan çıkmaması efenime söyliyim özellikle de gerçek olmaması en büyük temenni. Ama şimdi evde olsaydım mesela uyuyordum, tuvaletlere 1lira para vermiyordum, toktum ve en önemlisi yanımdaki bilgisayarda oturan gri takım, siyah gömlek, siyah ayakkabı, siyah saçlı, simsiyah çakma memati yazıdıklarıma dik dik bakmıyordu.

Çanakkalede görüşürüz blog. Şimdi yanımdaki dallama durup durup ne yazdığıma bakıyor o yüzden tedirgin oldum, biri bakarken en basitinden çişimizi bile yapamıyoruz. Yazı nasıl yazalım.

Kabakulak Kocakulakoğlu
Ankara

25.1.11

Sana Biat Ettim Blog!

Bak blog. Sana yazmaya geldim. 2 ay oldu yine işsizim. İnancım oydu ki sana yazmazsam hayatım düzen girecekti ama daha bir bok oldu güzel kardeşim. Annemi komşulara benim dedikodumu yaparken "bi gitsede gurtulsah" derken yakaladım yine. Ama o ilk duyduğumda ki bunalımlar olmadı. Kendi kendime "giderdim ama işim var ahuauha" dedim gittim çekirdek yedim. Kendime yeni bir sitil oluşturdum. Taktığım bere, bıraktığım top sakal... Kuzey İrlandalılara döndüm. Mahallenin bıcırları fotoğraf çekerken yakaladı beni "turist turist ananızızıkm" dedi kaçtılar. Durdum turistlere üzüldüm iyi mi... Demek bu şehre turist diye gelenler analarıyla dönüşte kesinlikle helalleşmeliymiş, onu anladım.  Kafada yarattığım totemim yine kaba etimde patladı, kafamda başlayan her tırışka inanç gibi. Ben sana ne yazdım blog!

Sana aşk hayatımdan hiç bahsetmedim. Zaten kendi kendime bile konuşurken bahsi geçmeyen mevzuyu buraya niye taşıyayım? Daha önemlisi eğer mevzu kadın olacaksa dikkat edilmeli. Kadın yüreğinin ateşini idrarıyla söndürür ve kadın yüreğine işeyebilen tek varlıktır. Ben böyle tehlikeli varlıklarla uğraşmam. Uğraşsam da yazmam. Bu halimle inime sığmıyorum bide götüme çalı bağlamam. Cinsel hayatımda tık desen yok. Homoseksüel değilim. Bildiğin taş gibi erkeğim. Sadece yakalarsam mucuk mucuk erkeği değilim. Bacıma aldığım ilk üniversite hediyesi pufuduk köpek vardı. Geçen ona sarılmış uyumuşum. Son yıllarda cinselliğe en yakın durduğum yer odur kabul edersen.

Dünya meseleleriyle aram yok. İşsizim tek mesele o. O da dünyanın para politikası işte. Dünya dediğin gözünü para bürümüş planetten ibaret. Paranın hiç ettikleriyle piç ettikleri arasında kurduğu ortak yerleşim alanı. Çok somut örnek istersen bir gökdelen ve dibinde yatan evsiz adamı düşün derim. Ama dünyanın kahrını orta direkler çeker. Aha zengin oldum aha zengin olacam derken ya hiç olur ya piç. Kısacası bu. Uzununu yazmak istesem zaten yazardım.

Uzun yazılar yazdım. 3-5 cümleyle blog tutanlara ayar oldum. Hala içimizde gezinen onlara twitter'ı gösteriyorum. Gidin orada yazın 140 karakterli cümlelerinizi. Hem sağlamından 300 tane yazsan popüler bile olursun. Parmakla gösterilirsin, ayakta alkışlanırsın. İlk cümlen benden olsun "Ruhlarımız bedenimizi aydınlatan güneşlerdir. Yakmamasını istiyorsan iyilik yap." Kafadan attığın cümle bu kadar olur işte. Neyse bu kötü örnek olsun irrite olma hemen. Düşünsen daha iyisini yaparsın. Heeyy üç-beş kelimelik blogcu sana diyorum?!

Sana en çok kafama en çok takılan şeyleri yazdım blog. Bundan sonra da aynı yolda ilerliyorum. Sana yazmadığım günlerin daha bok geçmesine binayen gel elini öpeyim, sana biat ediyorum.

*** Bu bir blogla barışma yazısıdır.

3.1.11

2 Yıla 2 Çift Söz!

İlk hitabım sana değil 2011, 2010' a...

Güle güle 2010. Seni televizyon karşısında elma soyarken uğurladım. İlk 3 dakikası saz solosuyla başlayıp, tam "bu türkünün sözü yoh mu lan" diye sorulduğu sıralarda uzun havayla çığrılan türküler dinledim bıyıklı amcalardan. Bebek gibi kadınlar izledim annemin "ıyyyy iyice götüme dönmüş iyicee" diye kıskandığı. "Ayyy nasıl başlarsak öyle olur, gülelim eğlenelim" dediği anda taksim meydanında götüne parmak yiyen kadınlar vardı bir sene götüne ve kendine sabır dilediğim. Tepkisizdim. Televizyonda her telden vuruyordu, ben sadece elmamı soyuyordum dostum. Anlayacağın sen gidiyordun ama gidişini hiç ziklemiyordum.

Biz özel günlerde marjinal takılmaya çalışmayız. Evimize bit taşıma ihtimali yüksek ağaçlar getirmeyiz, getirsek de yakacak içindir. Onlara bi dünya parayı elektirik faturasına yansıtacak lambalar takmayız. Babam eve geldiğinde "ayh ya! karıcım ya bu gece kırmızı şarap içsen olur mu? beyaz şarap almayı unuttum" demez, haliyle annemde ona beyaz şarap almadın tribi yapmaz. En çok kardeşim özel bişeyler yapma gereksinimi duyar, o da oturur kıçının üstüne ayak tırnaklarını ojeler. Bende sabaha kadar uyumiyim diye cinli filmler seyrederim sonra da sabaha kadar her gün duyup ziklemediğim sesleri cinlerin yaptığını sanar, bi yandan işemeye gidemeyecek kadar tırsar bi yandan söverim.

Annem yeni yıla 2 ay öncesinden kesmediği  bıyıklarını kenarda dürterken bir yandan da babamın her özel güne özel aldığı lokumunu şapıldata şapıldata yiyerek girdi. Babam renklerin gücüne inanıyor. Her özel güne atanan bir renk ve rengine göre lokum. Bakın bu aslında hayatında değişikliklere yer açmış bir psikolojinin eseridir. Tarihten bi haber olsan evdeki şeriat yeşili lokumlardan ramazan bayramında olduğunu, yeşillerin yanında kan kırmızısı lokumlardan kurban bayramını, siyah lokumlardan 10 kasımı, beyazlardan 23 nisanı, mavilerden 4 temmuz amerika bağımsızlık gününü, bok sarısı lokumlardan yılbaşını anlarsın. Özel günün bizle çok alakalı bir özelliğe sahip olmamasından dolayı yaptığımız tek özel iş babamın güne özel lokumlarından yemek oluyor. 

Yılbaşına mahsus sadece noel babanın hastasıyız. Ama baydı. Hep aynı kıyafet, ne oluyor yani kırmızı kafa, beyaz sakal? Benim kanımca noel baba pek ala sarıklı, cübbeli, usame bin laden gibi alaca sakallı bir adam da olabilir. Yani tırsmayız, ayrıca hediye bırakmaya daha müsait tipler olarak karşımıza çıkarlar. Ne bilim, noel baba şu son 2 senede kadamda cimri bir imaj bıraktı. Ayrıca bir kaç soru işareti; noel babalar kişisel temziliğini nerede, nasıl yapıyor? koltuk altı, etek altı traşları olunuyor mu? Olunmuyorsa terlenip çiş kokulmuyor mu? Bu sorularda sanki varmış gibi zihinde hayallere ve iğrenmeye yol açıyor. Nereden de esmişse birilerine bir de noel anne çıkardılar ortaya. Her sene noel baba iyice kapanıyor, noel anne biraz daha açılıp saçılıyor. Noel babalar bu işe ne diyor bilmem de Medusayı seksi bi karı zanneden bazı erkekler noel anneler için "offf yavrumm kırmızı donun olayım" diyor. Ayrıca noel annelerle ilgili daha az soru oluşuyor kafada; sevişiyorlar mı? ve nasıl?

Annanem noel babalara hocaefendi diye sesleniyor. Yani ağzın hiç olmayacak tarafına denk gelse de noel babalara "bu nasıl tip lan" diyecek olsan hocaefendiye saygısızlıktan cinli, perili, cehennemli, sohbetlere müebbet mahkum ediyor adamı. Sadece annanem değil, üniversite yıllarında ek iş olarak yaptığım noel babalıktan biliyorum çokça kadın iki dakka yerinde durmayan atom çekirdeği beyinli çocuklarını "hocaefendi şuna bi ohusana" diye getiriyordu. 

Annanem noel babalara da, yukarda tasfirini ettiğimiz usame bin laden tiplerine de hocaefendi diyor ama noel babanın tarzı hoşuna gidiyor olacak ki evlilik önceliğini noel babadan yana kullanıyor. Hangisini alırsın sorusuna hep utangaç gözlerle noel babayı işaret ediyor. Olay tarz meselesi de olmayabilir. Ben biraz annanemi tanıyorsam o kostümlerin içinde kesinlikle kayış gibi çocukların olduğunu biliyordur. Hocaefendi de anca sempatik bir gizleme yöntemidir. Evet bu konunun üstünde düşünecem.

Son hitabım sana 2011.

Merhaba 2011. Seni televizyon karşısında elma soyarken karşıladım. İlk 3 dakikası saz solosuyla başlayıp, tam "bu türkünün sözü yoh mu lan" diye sorulduğu sıralarda uzun havayla çığrılan türküler dinledim bıyıklı amcalardan. Bebek gibi kadınlar izledim annemin "ıyyyy iyice götüme dönmüş iyicee" diye kıskandığı. "Ayyy nasıl başlarsak öyle olur, gülelim eğlenelim" dediği anda taksim meydanında götüne parmak yiyen kadınlar vardı bir sene götüne ve kendine sabır dilediğim. Tepkisizdim. Televizyonda her telden vuruyordu, ben sadece elmamı soyuyordum dostum. Anlayacağın sen geliyordun ama ben gelişini hiç ziklemiyordum.