Pages

25.7.10

Genetik Kıyamet; Annemin Annesi!

Saatin 13:31 gibi cenabet bi kafiyeyi gösterdiği sıralardı. Bu cenabet kafiye benim aynı cenabetliğe sahip biri tarafından düşünüldüğümün de ipuçlarını veriyordu aslında. İşte tam o an telefonda "Leydi Gaga" ismi belirdi. Telefonda gelen aramanın sahibini gören tüylerim ayakta birbirlerine sıkı sıkı sarılıp korku dolu anlara şahit oldular. Arayan kişi annanemdi... Annane faciasını kulak memelerindeki sararmalardan anlayan iş ve işçi bulma kurumuna kurban olasıca arkadaşlar alt dudaklarını seksice ısırdılar ve aynı seksilikte başlarını sağa sola sallayarak ortamdaki bütün kızların ilgisini çektiler. Onlar kızların ilgisini çeksin. Hatta kalksın onların masaya otursunlar. Tabi tabi onlar otursun, ben annanemin sıradaki sıradışı isteğini dinleyip tiz zamanda çözüm üretmeye zorlanayım. Hayat seni annaneme gark olasın hayaaatt...

Annanem bundan 11 sene evveli dedeyi kara toprağa yolcu etti. Dedem birçoklarının dedesi gibi zamanında pek bir mal mülk sahibiyken, rus kadınlarının mallarına mülklerine vurulunca, servetinin çoğunu para yapıştıramadan edemediği rus yapımı sütyenlerin içindeki rus memelerin içinde kaybetmiş. Dedem için St. Petersburg meydanında Rusya ekonomisine yaptığı yardımlar nedeniyle iki tarafında bıldırcın gibi ruslar elinde vodkayla plaket vermek istemişler. Neyseki o dönemler dedem için açlıktan ağzı kokacağı sefalet devri başlamış da soyumuzun bekası kurtulmuş. Dedemin 9 farklı kanser çeşidiyle ölümünü ise annanemin yürekten ettiği beddualara bağladılar. Şimdi herkes çok tırsıyor. Açıkçası ben de. Ne derse "he" de. Hede. Höde Hüde..

/bu kafiye denememi bende bi acayip buldum!/

Benim telefon çalarken milletin neyineyse herkes bi "neden açmıyon lan!" diye bakıp duruyor. Kalkıp vercem birine "al da aç la! yiyor mu?" tehdidinden sonra ne yapacaklar onu bilmiyorum. Neyse elin çüküynen gerdeğe gircem de annanneme ne diyecem. Açtım gittim anasını satim. Bi baktım karşıdaki ses kardeşimin. Anladık ki annanem bizim evde. Tam köşe koltuğa konuşlanmış o anda tüm evi öttürüyor kesin. Annem de hemen yanındaki koltukta yerini almış büyük ihtimalle kardeşimle babama sofra kurduruyorlardır. Evden firarı düşünülen kabakulak ise hemen aranmalı "hangi deliğe girdiyse" etrafının sarılı olduğunu, babasıyla kardeşinin rehin olduğunu bilmesi sağlanmalıdır.

Annanem bizim için çok kıymetli biridir. Kıymetlidir çünkü annemin annesidir. Annemin sadece annesi değil sülalesi kıymet sahibidir. O nedenle bayramlarda seyranlarda ilkin anne tarafına gidilir. Baba tarafı gizlice aranılır. Mesaj yazılırsa derhal gönderilen mesajlardan silinir. Misafir denen şey anne sülalesidir. Anne sülalesine 7 çeşit yemek "aman ne yaptım ki", baba tarafı için bir tabak makarna "itin perkini yesinler"dir. Anne tarafında düğün varsa bayılana kadar göbek atılır. Bileziğin kralı hangisiyse o alınır. Baba tarafının düğünü genellikle "unutmuşuz" adı altında "ne işimiz var bizim onların düğününde" başlıklı iptaller edilir. Anne tarafının ölülerine bağıra vurula vurula ağlanılır. Baba tarafının ölülerine "ölümlü dünya" perspektifinden bakılır. Doğduysa ana tarafınkinin kulağına ezan okunmalı. Baba tarafındaki kilise çanı çocukları. Annemin sülalesi "biz", babamın tarafı "onlar". Ne tesadüftür ki kâh annem, kah teyzelerim, annanemin sülalesini ezbere bilir, dedemin sülalesinden bir kişi tanımazlar. Bunlar babamın zamanında gözlerine vurulduğu bir kızla evlenmek isteyişinde anasına dikkat etmeyişinin sonuçları. Anasına bakmadan alınan kızın 7 cihandaki etkisi. Tecrübeyi tecrübe etmenin soktuğu boru. Ve daha fazlası için bkz: 3. sayfa haberleri.

Annanem dedem öldükten hemen sonra kızlık soyadına geçmişti. Dulum kisvesi altında oraya buraya haber göndermeye başlamıştı. Annaneme parasıyla çöp çatanlık yapan teyze nerde görse yakınıyor "anam nerden bulacaz buna muvazzaf subay hemde kurmay bide kel olmasın vaşşş" gerçekten vaşş annane. Okuma yazma öğrendi bu uğurda. Şimdi o evlilik programlarını da arıyormuş artık. Sadece onu değil sesindeki cilveyle diğer yarışma programlarına da medet demiş. Bir gün yanlışlıkla denk gelirim, çarkıfeleği ararsa dileğim odur ki; Mehmet Ali Erbil' in parmağı bana girsin de kurtuliyim.

Eminim dedeme sorsam ruslar için pişman değilim bir daha olsa bir daha yaparım derdi. Ben en azından şimdilik "haklıymış" diyorum. Annanem bizde kalmaya karar vermiş bi kaç zaman. Daha ilk günden öksürüğüm başladı. Babam odaya çekti bugün "Ankarada işim çıksa mesela gelir misin?" diye kendine kanka arıyor. Talip olduk bakalım. Bugün ayarlayabilirsek akşama Ankaradayız inşallah. Babamın işi beklememeli. Bende artık yazarken ses çıkarmasınlar diye parmaklarıma taktığım pamukları çıkarıp yatayım. Benden 1 hafta ses alamazsanız bundan sonra da yokum demektir. Selametle...

23.7.10

Bir Ossuruk Hikayesi!

Tee benim kulaklarım ultrasyonda görülmediği zamanlar ultrasyon denen karından cenine şuursuzca bakılan hede zaten peyda olmamış. O nedenle cinsiyet, beden, boy, pos gibi isim sıfatlarını belirlemek Sebahat Hatun' a kalırmış. Sebahat Hatun' un önüne para yağdıramayacak fukaralar için ayrıca 2 şık belirir, onlardan birini seçtikten sonra olay tamamen boka sararmış. Bunu bilen aile fertleri borç harç Ultrasyon Sebahattan en azından temel bilgileri almak üzere ücrete tabi ziyarette bulunmuşlar. Abim hakkındaki tüm bilgilerin noksansız doğruluğu güvende tek katre rahatsızlık yaratmamış. Rahatsızlık 2. çocuğun kattığı külfetin aileyi "ebenizikizm" ideolojisine sürüklemesi ve bu ideolojinin aslında hiç benimsenmemesi.

Doktorlara danışılmış, çocuğun alınamayacak büyüklüğe geldiği öğrenilmiş. Babam alttan alttan bişe olmaz doktorum diye kaş göz yapcak olmuş ama doktorun hediyesi prezervatifi ve kulağa fısıldanan "az biraz daha dikkat" önerisini aldığı gibi posta edilmiş. Benim doğumum mecburiyet esaslarına da girince hiç değilse nasıl bir çocuk olacağım yönünde ipuçlarını toplamak üzere Sebahat Hatuna Ziyarette bulunulmuş.

Sebahat Hatun ilkin sıyırmış annemin göbeğini koymuş elini dinlemiş de dinlemiş. Arada manasız manasız annemin babamın yüzüne bakmış. Birden başlamış. Bu bir erkek.

/artık neresi rasgeldiyse!/

Bi acayip çocuk diye devam etmiş. Çok şımarık olacak dikkat edin demiş. Tabi çok şımarık olabilirliğin çözümünü de annem pratik zekasıyla bulmuş. Bundan sonra kaliteli hiçbirşey yenilmeyecek. Paso kurufasülye, paso pilav. Arada sadece kurufasülye ama asla bir muz tüketilmeyecek. Cenine izzet-i ikram edilmeyecek. Eğer çocuk karnı tekmelerse babam da annemin karnını tekmeleyecek bu şekilde çocuğa kral biziz imajı çizilecek.

Aradan geçmiş 9 ay çocuk mocuk ortalıkta yok. Doğmaya belirti tek bir kasılma bile yok. Hadi bugün hadi yarın derken prematüre beklenen bebek süpriz yapmış mevsim normallerinin üstünde bir bekelemeye almış kendini. 10. ayın başında annem ağlıyor bi yanda, babam ağlıyor bi yanda, abim ağlıyor bi yanda, sebahat düşünüyor diğer yanda. Derken Sebahat Hatun susturuyor herkesi birden. Hani acayip bi çocuk tespiti yapmıştı. "Şimdi bu çocuk kutsal bi çocuk olmasın sakın? Doğar doğmaz annesinin karnını tekmeledi diye babasının tekmeleyişine, annesinin kurufasülye sevdasına sağlam bi küfrederse ihtimaline karşılık çocuğa mesihe benzer isimler verin. Olur mu olur" demiş. Bizimkilerde kaldırmış bütün sülaleyi ayağa. Aha çocuk gelcek bize küfredecek gelin de görün, mesih doğuruyoz mesiiihh Allahhhh affet bizi diye.

Günler günleri kovalaya dursun 11. Ayın ilk zamanları dünyaya gelmiş bulunmuşum. Yaşam doktorum aynı zamanda ebem Sebahat Hatun başımda konuşacağımı, etrafa yağrıracağım küfürleri beklerken çok sağlam ossurmuşum. Bir gün birinin ebesine küfrederde küfrettiğiniz adamın anlamsız anlamsız sırıttığını görürseniz anlayın ki o adam benim yani.

Doktorun hediyesine, önerisine aldırmayan babam büyük bir hata sonucu bir çocuğa daha ulaşmış. Neyse ki sonraları Başbakan "her eve 3 çocuk" dediydi de adamın sinirleri biraz yatıştı. Şimdi 3 çocuktan az yapmış adamlara vatan haini diye bakıyor. O da kendini öyle kandırıyor napsın garibim.

Yıllar sonra ben isyanıma annemide katıyorum. "Anne benim annem olduğunu ispatlayamazsan dübürsün!" bu isyan yukardaki gerçekleri öğrenmeme neden oluyor. Annemin o kadar zoruna gitmiş olacakki bütün ayrıntıları anlatıyor. Tabiki kız kardeşimin ve abimin hikayelerini de. Onların en çok isimlerini kıskandım. Annem abin çok nezih bir çocuktu, hiç yaramazlık yapmadı, hiç karnımı tekmelemedi dediğinde anladım abimin adının neden nezih anlamında bi ismi olduğunu. Kardeşin çok narindi. Kadife gibi teni vardı. Senin gibi yolunmuş kaz derisi gibi değildi diyor. Onun da neden narin bir isme sahip olduğunu anlıyoruz. Benim de şımarmayayım diye 3 öğün yiyilen kurufasülyesel etkiler sonucu nasıl ossurarak doğduğumu ve ossuruktan bir isme sahip oluşumu anlamış olduk iyi bakalım.

15.7.10

Okul Yolu Düz Girer!

Aile dostumuz Selami amcanın oğlu Alper okula başlayınca evde kıyamet koptu. Kıyamet alameti ne Selami amca ne de Alper. Annemin herhangi bir toplu organizasyonda, yeni elbisesine, altın dolu bileklerine, gerdanlığına, 40' ından sonra azdığına delalet kaş hizasındaki pirsingine "benden hem daha güzel, hem daha zengin, hem daha zayıf, hem daha üstü açık daha sportif" diye ayar olmuş annemin, göbeğini depeleyerek, çatık gözlere yapmacık gülümsemeler ekleyerek, göğsüne vura vura çürüttüğü sol yanıyla aklından geçirdiği cinayet senaryolarının sahibi Nesrin teyze ile annemin sidik yarışı beni daha konuşmaya yeni çıktığım yıllarda okula gitmeye zorladı. Alper' in benden 3 yaş büyük oluşu değildi önemli olan. Önemli olan Nesrin teyzenin olası ortamlarda "ben kalkayım bizim Alperin sınavı var" çalımına "Bizim oğlanında var bende kalkiyim" diye annemin yatarak Nesrin teyzeye müdahale edebilmesi, kaleciyle karşı karşıya kalmayı önleyebilmesi..

İlk kez okula kayıt için Annem eşliğinde okula gidiyordum. Aynı anda yaşıtlarımı 3 tekerlekli bisiklet sürerke bırakmıştım. Okul müdürü beni görür görmez yaşımı sordu "ben bu kadaaar yasındayım" diye elimle 3 işareti yapmaya çalıştım. Ancak o zamanlar 3 yaparken kaçan bücür parmağı baş parmağımla tutmayı akledemediğimden bücür parmağımın diğer üç parmağın yanına kaçışı 3.5-4 gibi bir anlam katıyordu. "hanımefendi bu çocuk nasıl öğrenecek bu yaşta okumayı, uzun eşek oynamayı? Hem gözlerinde de bi mallık var bunun.. kulakları da acayip..3 ü de yapamadı?" deyince annemi farklı frekansta izlemenin ayrıcalığını tattı. Annem o gece sabaha kadar babamı rehin aldı. Babamın acilen bana okumayı öğretmesi gerekiyordu. Annem de başlangıç seviyesinde okuma biliyordu ama hala "d" ile "b" yi karıştırıyordu. Bu riski alamazdı. "başak" gibi bir kelime gelebilir, yanlış öğrenme sonucu "b" yi "d" diye okuyabilirdim. Adama da ayıp olurdu ayrıca.

Nesrin teyzenin ucunda üç beş tüy barındıran, dudağının sol yanında konuşlanmış benini gülerken yukarı doğru kalkan halini görmektense babamın üstünlüğünü kabul etmek daha mantıklıydı. Babam içinse annemin susmayan, ucu bucağı olmayan sesindense bana o okumayı öğretmek daha münasip geldi. Sonuç olarak herkes düştüğü denizde bir yılana sarılmış, banada yılanın panzehir etkisine sahip idrarı kalmıştı.

1 haftalık hızlandırılmış kurs ile, hızlıca harfleri öğrendik, hecelere ayırdık, kelime oluşturduk, çok hızlıca cümleye çevirdik ve yapamadığımız yerde hızlıca dayağımızı yedik. Derken yine o gün geldi çattı. Bütün yok boyunca annem bana tembihler yağdırıyordu; okula yazılmak istiyormusun diye sorarsa "eveeet" diye sempatikçe bağırcam. "Yok yok olmaz" derse ağlayacam. "Ağlama evladım bu yaşta okumayı öğrenemezsin!" derse masaya vurup "hayır ben okumayı biliyorum" diye anaların ne dahiler yetiştirdiğini, gözler önüne serecektim. Bunların hiçbirini yapmadım. Benim yerime annem yaptı. Benden sadece önüme gelen sınıf listesinde isimleri okumam istendi. Onlara da mal mal bakınca "Oku lan! ananın dayağı adıyla oku!" göz elektiriğiyle vahiy verdi bütün bedenime. Okudum. Okula alındım. İyi bok yedim. Aferin.

Annem başlarda sevinçten kaset çalara 1990 senelerinin hit mezdekelerini veriyor göbeğini hoplattıkça "Nesriiinnn, Nessriiinnn" diye coşuyordu. Sonraları başarı olarak kıytırık aile dostum terimli aynı zamanda sınıf arkadaşım Alperin beni suya götürüp susuz getirdiğini görünce yeni planlar geliştirdi. Nabza göre verdiği mezdekenin yerini ben aldım. Aslında okula yazılmak isteyen benmişim. Ayaklarımı yerlere vurmuşum, bağırmış çağırmışım, evdekileri tehdit etmişim, bu kadar uzun cümleler kurabilmişim ama en şaşırtıcısı bu kadarını yaptıktan sonra tek bir fiske dayak yememişim. Hatta "hadi o kadar istiyorsan olsun bakalım" diye beni okula yazdırmışlar. Vay be. Bu ihtimallerin oluruna  dayanarak rahatlıkla gelecek seçimlerde tek başına iktidar Cindoruk diyebilirim o zaman.

Eninde sonunda bu iş bitti. Düşe kalka hepsini bitirdik. Küçük yaşta üniversiteye gelince çok faidesini gördüm. Millete rahat rahat artisliğimi çekiyordum. Öğrencilik zamanımda çalışmaktan kurumuş ve yıpranmış imajımın muhtelif ortamlarda "kafakağıdı" eşliğinde genç yaşta elime aldığım sazı gösterip, dinç ve sağlıklı kalmasını sağlıyordum. Bir yerde milletin aklına zekiymiş tohumu atmak, sıcak kumlardan serin sulara işemek kadar hoş bir duyduydu. Şimdi sıfırdayız o ayrı konu.

***Alper; Alper kod adlı arkadaşımız şimdilerde büyük bir televizyon kanalında ekonomi haberleri sunuyor. İsminin altına da "ekonomi uzmanı" yazıyor. Sınıf arkadaşımı her gördüğünde annemin gözleri doluyor. Nedenini hala bilmiyoruz.

13.7.10

Dere Boyu Yapraklar Girmiş Bize Kavaklar!

"Fakir çehremin görünen yüzü bir kez daha belirdi sınav için toplaştığımız sınıfta yeniden." Şimdi bu cümledeki anlatım bozukluğunu nasıl giderebiliriz?

A) "fakir" kelimesini "götü boklu" olarak değiştirerek
B) Bonus olarak boş bırakılmış şık.
C) "yeniden" sözcüğüyle "bir kez daha" sözcüğünün aynı cümlede kullanıldığı zihniyete küfredilerek.
D) koy dötüne rahvan gitsin.
E) "D" şıkkı diyorum.
F) Bende "E" şıkkına katılıyorum.
G) "B" şıkkında bonus verilmişti ya. İşte böyle şeyler beleşe verilmez onu anlatmaya çalışıyorum.

Okullarda 5 senelik zorunlu eğitimin hüküm sürdüğü, mavi önlük yerine lacileri çekenlere, öğretmene "hoca" diye hitap edenlere gıpta ettiğimiz yıllarda; "sınav" kelimesinin ne olduğunu bilmediğim, babama sorduğumda "ziktir et" diye cevapladığı, "çocuğun ilk öğrendiği şey kutsaldır" herekesiyle devamlı ziktir ettiğim sınavlar...

Hadi hepsinin değeri gönlümde ayrı bir yerde de ben bu KPSS ye neden girdim onu hiç anlamadım. Memuriyetlik için KPSS adamdan sayıp benim bölümün kodunu bile koymamış. KPSS sitelerinde benim bölümümden çocuklar profillerine farklı bölümler yazıyorlar birileri çıkıp ezmesin, üyeliklerini iptal etmesinler diye. Geçenlerde bakanın biri çıktı televizyonda yürürlülüğünü kaybeden bölümlere değindi. En başta da bizim bölüme değindi. Göz yaşlarıyla izledim bu hazin tabloyu. Birazda sevindim. Allahtan çok üstüne düşmedik 7 senede bitirdikte öğrencilikten bişeler anladık. 4 senede bitirsem şimdi kesin bandana takmıştım, sünnet çocuklarının giydiği şu uzun metraj tişörtlerden giymiş Ceza dinliyodum.

Olan bizim 40 liraya oldu. Şimdi annemin çantasından çaldığım sigaradan başka meteliğin gezmediği cebime bakıyorum da 40 lira ona çok yakışırmış gerçekten. Neyse her zamanki gibi hayırlısı olsun  der kendimizi kandırmaya devam ederiz. Yada daha post-modern olarak hatalarımızdan birşeyler çıkarmak bıdısı yapabilirim. Şimdilik bir kaşımı diğerinden biraz yukarda tutup "şu sınav filan ne kadar geçici hiç çüküme değil" huşusunda poposunu satmış travesti bilge modundayım. Ossurunca o da bitecek.

Ben üniversitede o bölüme girmeden önce lise sonda herkesin sınavda olmasını fırsat bilip burnunu karıştıran, sonra da çıkardığı materyalleri sandalyesinin altına süren marjinal hareketlere sahip sosyoloji hocamız herkese kağıt dağıttı. Ben sümüklü ellerden iğrendiğimi beyan ederek, sanki ben hiç sokmuyormuşum gibi kendi kağıdımı çıkardım. Bundan 5 sene sonra kendinizi gördüğünüz yeri yazın dedi. Bütün sınıf hayretler içinde birbirine bakıyor. Yav biz gireceğimiz bölümü tercihleri yaptıktan sonra bile kestiremeyen, ezilmiş lale devrinin çocuklarıydık. Nerden bilelim nerede kendimizi göreceğimizi. Ben başladım yazmaya "elimde paspas az önce temizlediğim tuvaletin önünde temizleyişimi ziklemeyen, bağırta bağırta bok eden adama küfrederken görüyorum" yazdım. Senin psikolojik sorunların var dedi, bende "seninde" deyip kafamla masanın altına sürdüğü cevheriyatı işaret ettim. Konuyu kapattık. Tam 5 yıl sonra tespitimdeki başarı nedeniyle tuvaletin önünde paspası çiğniyor, sinir ve hayretten paspasın sapını dişliyordum.

Ben kendimi tam olarak nesiller arası ortak parmak olarak görüyorum. Bizden önceki nesillerin harikulade anıları var gençliğe dair. Anlattıklarında sıkmıyorlar, hem onlar zamanında Armağan denen jüri de yokmuş tüm jüri işlerine Hıncal Uluç el atarmış. Hem Hıncal abi çok da klas bir adam. Tansu Çiller'e bile örnek olan fular modasını unutmayalım.

/ama Hıncal Uluç' un ailesini çok merak ediyorum. Kim çocuğuna Hıncal ismi koyar ki?/

İş olayına "nasip" olarak bakılmış, o nasip eninde sonunda gereken kişiyi bulmuş. Çok âlâ. Şimdiki nesile bakıyorum 4. sınıfa giden öğrenci "hedeflerim gereği benim lisede sözel bölüme gitmem gerekiyor" deyince bende dudağımın sol yanından aşağı doğru akan salyayı son anda şllppp diye içeri sokuyorum. Bizim zamanımızda kimse matematik yapamadığından sayısal bölümün bi süksesi vardı. O sükse de onu seçilir yapıyordu. /hedef için bkz: aşşaağı paragraf./

Çocuklar hem okuyor, hem çalışıyor, hem Aşk-ı memnu izliyor, hem ensturman çalıyor, hem tiyatro oynuyor arada blog bile yazıyor. Bizim nesile dönelim, bizim en güzel anlılarımız hep bi sınava çalışırken oluşmuş anılar. Ama işin içinde kesinlikle sınav var. Biz lisede bölüm seçeceğimiz zaman "hedef" kelimesini sadece "Power Rangers" larda duyuyorduk. Babama ilk kez "baba ben pilot olabilir miyim?" diye sorduğumda "oğlum öyle şeyler söyleki dinlenesi olsun" diye cevaplar alıyordum. Şimdiki nesilde çocuklar böyle bir soru yönelttiği zaman çocuklar özel eğitime alınıyor. Benim aldığım tek özel eğitim veli toplantıları sonrası tokatlar, tekmelerle alakalıydı. Ben gerçekten nesiller arası orta parmaktım.

Bunlar sadece benimle alakalı değil diye düşünüyorum. Hadi ben kendini kaybetmiş bir bölüm okumuşum iş bulamıyorum. Peki eğitim fakültesi mezunları ne yapsın? 6 aylık eğitimle öğretmen olmuş mürettebatın haşin bakışlarından, salak espirilerinden kurtulup sınav kazanmış, 4 sene bu işin eğitimini almış adamlara hadi olmadı bir sınav daha. Tamam olsun sınava girsinler de etrafta gezen vekil öğretmenler kimin vekili? Öğretmenlik için birilerinin vekilliğine ihtiyaç var da eğitim fakültesi mezunlarına nasıl ihtiyaç yok? Bu da KPSS de çözemediğim 27. soru kadar kafamı karıştırıyor.

Yinede cevval bir neslin çocuğuyum ben. Aslanın önündeymiş ekmek bana gelene kadar hadi ağzında, hadi midesinde derken aslan bile yok olmuş. Ama ben o aslanı bi yakalarsam o ekmek götüne dayanmış olsa oradan çıkarır, o aslanı da "sen etçislin kodumun salağı ekmek senin neyine" diye döve döve yelelerinden ederim. Bunun farkında o aslanda olasıdır ki kenardan köşeden beni izliyor. KPSS sınavından çıkarken kıs kıs üstüme gülüyor. İş görüşmelerinden çıkarken bana pençesiyle hareket çekiyor. Aslanda işi öğrenmiş hasılı...
Son olarak  ben "G" şıkkı diyorum. KPSS ye girmiş herkesi öpüyor, onları öpen herkesi selamlıyorum.

8.7.10

Biri Bana "Hşşşt Hşşşt" Dedi Sanki!

Birileri beni takip ediyor. Ben farketmiyorum ama hissediyorum, evden çıktığım an arkasını dönüyor siyah gözlüklerini takıyor başlıyorlar beni takip etmeye. Semtin daha köy vasfından kurtulamamış kumlu yollarında yürürken bir tabela çarpıyor gözüme, üzerine "Belediye Çalışıyor" yazan bir tabela, etrafta belediyeye ait çay bardağı bile yok. Bu bir pusu olabilir diye düşünüyorum. Hemen arkasına geçiyorum. Onları farkettiğimi sanacaklar endişesiyle paçalarımdan kuyruk sokumuna kadar toz olmuş pantolonumu ellerimle çırpıyor, bir yandan da çaktırmadan yolu kesiyorum. Yaşlı bir adam geliyor kesik suların, tozlu yolların hamiline, "Belediye Çalışıyor" tabelasını asanın, vermediği rahatsızlıktan dolayı özür dileyenlerin bıdısının bıdısına küfreden. İçten ve samimi küfürleri rahatlatıyor beni. Bu adamın derdi ben değilim. Ohh... Ama takip ediliyorum. Allahım sen bana güç ver, beni takip edenleri 3 harekette etkisiz hale getireyim. Allahım sen beni takip edenlerin cezasını ver, o tozlu yollarda beni kaybetmelerinin sinirinden fırlattıkları cep telefonlarının parçalarını bulayım. Yada Allahım sen bana akıl fikir ver, kendime "ulan sen kimsin ki seni biri takip etsin" diye sorayım.. Amin...

Hayatın bir insanı önemsizleştirmesinin baharında açan çiçekler böyle olur. Biraz şizofren biraz ezik. Şizofren yanım belli. Anneme; anne şunu çok canım istedi yap da yiyeyim diyemediğim. Kardeşimden fakirlikte bütün öğünlerin kralı makarnayı yerken, dolaptaki sok kullanma tarihi bile silinmiş ketçabı istediğimde "kalkta al bana da su ver!" diye horlandığım. Babamın abimle gittiği apartman toplantılarına çay servisi yapmaya bile götürülmediğim. Arkadaşlarımın "biz sinemaya gircez" deyip, anlatabiliyor muyuz bakışı attığı. Bak biri daha beni izlemeye almış diye bloggeri tek  dostum saydığım. Ne duysam ağlamaklı olduğum Bülent Arınç günlerim. Bunlar da mevzunun ezik tarafları.

Bunlar benim maslow pramidinde yer bulamayışım ve tırsınç şizofren sonuçları. Yakında teyzemlerin amansız mücadeleleri sonucu ailenin tamamında bu sorunlar baş gösterecek. Bir gün tüm aile hiç kıpırdamadan salonda oturup keçi boynuzu yiyip, durup durup ortada birşey yokken güleceğiz. Savunmamız giderek dağılmış, bütün tershanelerimizde denize işer olmuşuz. Geçenlerde evimize kızını ve bize hava atacağı mücevheratını küçük bir el kasasında "evde çalınır diye yanımda getirdim" bahanesiyle taşıyan kadın ilk düşünüşte iyi niyetliydi belli ki. Kim evine yada hırsıza kıyamadığından mücevheratını daha hızlı ve kolay bir şekilde çalınması için yanında taşır ki? Ya da bu tespiti yapan ben çok iyi niyetliyim. Ama milyarları yanında taşıyan kadın, buna iyi niyet yorumu yapan ben, elde ordan oraya pervazsızca gezen bi kasa mücevherata kayıtsız kalan hırsız; bunlardan birileri tam bir mal o kesin.

Düğünlerini hatırlıyorum. Annemler en güzel takıyı biz takalım derken iyi zamanımızda kocaman bir bilezik almıştı. Ancak o bileziğin bir gün kolun birinde sallanırken bizi oturduğumuz yerden sallayacağını nereden bilebilirdik ki? Bize ufacık bir bilgi verme dışında anne-kız arasında geçiyordu bütün konuşmalar. Kız bize londra köprüsü temalı yüzüğünü gösterip, bunu benim biricik kocam 2. "kabak dolması" yıldönümüm için aldı diye bilgi veriyor, anası saçmalama kızım kabak dolmasını yaptığın ilk yıl almıştı onu sana 2. yıl dışardaki arabayı aldı ya diye azarlıyordu. Kız aaa evet yaa ben aslında 2. "çırağan sarayının merdivenlerini çıkarken takıldım ayağımı burktum yaaa!" yıldönümünde geçmiş olsun diye aldığı zümrüt taşlı kolyemle karıştırmışım. Kızım salaklaşma o zaman sana ataköydeki en büyük şatoyu aldı. O kolyeyi 2. "karım ayak parmaklarının arasına isveçten gelen badem kremini sürdü cillop gibi oldu" yıldönmünde almıştı. Diye uzadıkça uzayan bir muhabbetin ortasında kalmıştık. Elden hiç bırakılmayan mücevher kutusunun sallanmasıyla sallanan hipnoz olmuş vücudumuzu ise anca kadının arada attığı muazzam kahkahayla durdurabiliyorduk.

İşte bu tecrübe bana savunmamızın göçtüğünü gösteriyordu. Bu kadarına dayanamayan aile psikolojisi teyzelerimin mükemmel atakları karşısında un ufak olacaktır. Benimle başlayan eziklik şizofrenisi annemin "buz dolabından ayı çıktı bana donduğma yeğmisin donduğma dedi!" diye devam edecek, babamın "r leri söyleyemeyen alacalı ayı hemi? o ayı geçenlerde bana balkondan şarkı söylüyordu la" diyeceği güne kadar devam edecektir. Tüm aileme sabırlar diliyor, tüm satırları eksiksiz yayınlayan bloğuma teşekkürlerimi sunuyorum.

Tanrım bu arada unutmadan, bi iki dakka özel olarak görüşebilir miyiz?

4.7.10

Bana Mutluluğun Sünnetini Çizdirdiler!


Ailem çok geniş insanlardan oluşuyor, kilo yanında karakterdeki genişlik bizi modern ve entelektüel bir aile yapıyor. Annemin ve babamın o engin bakış açısı bize olmadık güzellikte hayat yaşamamıza vesile oldu. Kız arkadaşım bizimle yaşamaya ilk başladığında garipsedi biraz. Abimin nişanlısıyla bizim odamızdaki tepüşmelerinden rahatsız oldu belki de. Nicedir alıştı. Sabahları beraber aldığımız duştan sonra daha sevgi dolu gülücükler yolluyoruz etrafımıza. Kız kardeşim erkek arkadaşını istediği zamanlar empati yaparız. Onun özlemini aile olarak anlamaya çalışır, bazen ağlarız. Eğer gece geç vakitte kudurur da gidecem diye tuturursa karanlıktan korktuğundan kıyamam, kendi ellerimle bırakırım erkek arkadaşının evine. Annemi bulaşık, çamaşır yıkayan, yemek yapan, temizlikle uğraşan bir meta olarak değil babamla eşit bir birey olarak görürüz. Annem 4 gün eve gelmese saygısızlık etme korkusuyla nerede kaldığını bile sormayız. Elbette babamıda...

Yani şu yazdıklarımı az daha uzatsam da kendimi inandıracak seviyeye getirsem yarın ülkenin gündemine bomba gibi düşerim. Gözleri bantlı, yüzü mozaikli ama kulaklardan her halükarda tanınan, bütün ailesini doğramış, pişman olmayan, bidaha yazdıklarına inansa bidaha yapacak "KK" adında bir blog canisi.

Biz o kadar geniş olamayacak bir aileyiz. Başına 700 farklı kelime getirebileceğim "baskısı" kelimesi var bizim dünyamızda. Aynı zamanda bu "gerici" halimizden memnun oluşumuz. Babamın artık üstesinden gelinemeyecek borçlarının yanında benim işsizliğim ve abimin eve gram faydasının olmaması kardeşimi muazzam makyajlı, kırmızı entari ve topuklu ayakkabılarla caddede göreceğim veya annemin durduk yere taptaze domates, biber, salatalıkla eve gireceği ve bunları sorgulamayacağımız anlamına gelmez. Elbette böyle bir durumda sorgulanacak birşey olmadığını, manavla annem arasındaki diyalektiği anlarım. Ama adettendir "bu ne lan!" diye de sorgulanır kalemi kırma öncesi. Neyse dediğim gibi halden memnuniyet çoğunlukla maddiyatla alakalı birşey olmadığından rahatlıkla oturup Abidin Dino' nun resminin önünde ailece çay içebilir, abimin o gerizekalı espirilerine gülüyormuş gibi yapabiliriz.

Halden memnuniyet ise zaman zaman işe gelindiği gibi hareketlere sahne olabilir. Mesela kardeşimin tanımadığımız bir erkekle muhabbetine denk gelmek, onu kendimizin bile tanıyamayacağı hale gelene kadar dövmek anlamına gelebilir. Çünkü bu basit olandır ve memnuniyeti basit olanda yakalayanlar için bu; şiddetli alışkanlık, geri dönülmez akşamın ufkudur. Ancak olay gerçekten uğraş isteyen bir şeyse memnuniyete zike sallamamakla ulaşılmaya çalışılabilir. Buna örnek olarak da benim sünnetimi gösterebilirim.

/altını çizeyim sünnet organizasyonunu gösteriyorum, sünnet olmuş yerimi değil./

Yıllarca memnuniyete zike sallamamak yöntemiyle ulaşmaya çalışan zihniyet nedeniyle üniversiteyi kazandığım yıllara kadar hayatımı sünnetsiz, görünüş olarak tam, içgüdü olarak yarım bir erkek olarak geçirdim. Zihniyete sunduğum "eee ben ve bizim bücür kocaman olduk sünnet??" önerisine; "hele bi başla üniversiteye bakalım nöörüyon.." gibi sanki üniversitede sınıf geçersem ödül olarak "sünnet" kazanacakmışım cevabı beni kendi sünnet düğünümü hazırlamaya mecbur etti.

Doktor buldum amansız bir pazarlığa koyulduk. Doktor doğal olarak benim sünnet maliyetimin normal sünnetlerden çok fazla olacağını savunuyordu. Ancak ben her öğrenci gibi damardan damardan öğrenci indirimi için çaba gösteriyordum. Sonunda orta noktayı bulduk gün belirledik. Evdekilere durumu çok net olarak anlattım. "Sünnet oluyorum şu tarihte evi hazır edin" hemen itirazlar başladı tabi annemden; yok efendim o tarihte olamazmış çünkü evde altın günü varmış... Elbette çok da çüko. Benim naçiz vücudumun fazlalığı o altın dolu bilekleri hatta kolları birbirlerine hava atmaya yarayan kadınlardan çok daha kıymetliydi.

Derken gün geldi çattı. Terzi arkadaşıma diktirdiğim özel sünnet kıyafetiyle ben hazırdım. Annem gün ile beraber benim sünneti aynı güne getirmiş, içerde ah oğlumun çükü diye acımtrak yaparak bütün altınları toplamaya başlamıştı. Derken doktorun uzun çabaları sonrası fazlalık etraftaki şaşkın gözler altında alındı. Başlarda ağlamaklı olmuştum ama opersyon sonrası değişik bir mutluluk vardı içimde. Hem kim sünnetini bu kadar net hatırlayabilirdi ki? Hemde kendi organizasyonuyla. Ancak bu mutluluk ilk tuvalet maceramda hüsrana dönüştü. O güne kadar fazlalık diye baktığım bölge meğer ne kadar ihtişam katıyormuş. Küçücük geldi gözüme birden. Ağlamamak için zor tuttum kendimi. Elimle sallaya sallaya çıktım tuvaletten "bu neye yaricak ulan" diye bir yandan ağlıyorum bir yandan sallıyorum. Aşırı sallamaya bağlı olarak dikişler atmış tabi. Kan revan içinde düşüp bayıldım. Bütün gece fazlalığın anlam ve önemini belirten konuşmalar sayıklamışım. Kayıtlarda var ama paylaşmak gereksiz...

Evet memnuniyete zikine sallamamak yoluyla ulaşmaya çalışanlara karşı verdiğim amansız bir mücadeleydi. Kazandım. Zafer benim.

Ne diyordu filmin sonunda;

Victorrryyyyyy!! Yok lan o değildi; freeeeddooommmm! buydu. Tamam.

1.7.10

Ayna Ayna, Ah Ulan Ayna!

Bir ay sonra yine "ayna önüne geçip bakalım ne kadar değişmişiz" analizi için aynanın karşısına geçmiş bulunduk. Aynada her sabah kendime bakmayalı yıllar oldu. Sabahları yüzümü yıkayıp aynaya döneceğim anda nefsimin köpek gibi aç isteğine "bok ye!" diyerek kendimi banyodan dışarı atıyorum.

Bunların tüm sebebi utancımdan yüzüme bile bakamadığım yıllara dayanır. O zamanlar ayda bir bile bakmıyordum. Hatta kendimle ilgili hiçbir şeye bakmıyordum. Sonraları en güzeli çocukluktu diye çocukluk fotoğraflarıma bakmaya başlamıştım. O zamanlar tertemizdim, şimdi o "ter" hecesi kelime olmuş her yerimden akıyor, temizlik; isteksiz sevişmeler sonrası alınan gulsül kadar. Hasılı çocuklukta ki "tertemiz" kelimesinden bile eser kalmamış. O melek gibi çocuktan bu tip düşmanı nasıl çıkmış, o da fizyolojinin attığı kazık olarak cepte kalsın bakalım..

"Süzme bir godoş, olmuşum lan ben" göz yaşlarıyla izlediğim bu hazin tablodan sonra ne kadar değişmişim acep diyerek ayda bir aynaya bakma fikrini zuhur ettim. Bu zuhurda babamın "ulan hiç aynaya bakmir misen? Ecayip hayvanlara benziyirsen!" tespiti önemli rol oynar. Babamın bu sempatik uyarı ardında gösterdiği gizli şiddet kartını görecek, eski türk filmlerdinde Kartal Tibet' in karşısında oturan kalın gözlüklü adam gibi hemen pas diyecektim. Kendi iç dünyamda ise hali hazırda godoş olmanın yanında hayvan olmayı bünyem bana çok gördü, yeter yahu, netenyahu musun sen? Oha!, dedi hatta.

Ohanın kralı bugünkü ayna iştirakında gerçekleşti. Yüzümde makas alınacak kadar nur kalmamış. Babam halt etmiş. Ne hayvanı? Yaratığa dönmüşüm yaratığa! Saadettin Teksoy'a yakalanmasak ne ala. Öyle bir oha çektim ki karşıki dağdan ağlamaklı yankılar geldi. Ben sünnetimde canı çük görmek istedikçe şapkayı kaldırıp çüküme bakan kızların böğürtülmüş gözlerine böyle oha dememiştim.

O anda gözlerde bir flulaşma, bir geriye gidiş, içte yaşanan hafıza patlamaları... Evet herşey o gün başlamıştı; Hemen kendi filmimi çektim. Arka fonda Orhan Gencebay'dan Çilekeş şarkısı başladı. Ben ona ne kadar sevdiğimi, aşık olduğumu söylüyordum. O bana ama ben seni kardeş gibi görmüştüm diyordu. Kardeş gibi görmek? O ne demek? Kardeş gibi görmenin neresi sevmenin engeli? Tabiki bunlar köyden daha yeni çıkan bir gencin saf sorunsalları...

Ben onun gözlerine bakıp bütün gün konuşmayı hayal ettiğim esnalarda, o benim onun üstündeki manevralarımı hayal etmiş. Biz saf anadolu çocukları için sevmek güzel bir dağ manzarasıyken, İstanbul kızının aklına dağınık yatak getiriyormuş. Oysa bizim için cinsellik "tuttu furutti" öğretmenliği kadar bir dersti. Ertesi günkü erkekler arası cinsellik söyleşileri "olumm dün gece kısa sarışın kızın kutusunu açtılar" dan öte gitmedi.

Elbette şimdilerde ne o saf anadolu çocukları kaldı, ne dağ manzaraları. Partneriyle yatağı sağdan sola, yukardan aşşağı çözen genç bulmaca sevdalar çok moda. Tabi ki moda buysa Ateş Böceği Ercan da benim. Tek idolüm Erdal Acar' a buradan selam olsun. Ayrıca yaptığı parçalarla yolumuza ışık tutan Tuğba Ekinci hayranlığımıza da değinmeden geçemiciim.

Aynalara küsecek kadar kendimden utanmıştım. Aynalara küsüş artık sadece alışkanlık, belki Şuayip kadar aynalara hayrımın olmamasının gereksizliği ama artık utanış değil. Bu katkısından dolayı da hayata ve onun cinsel organ beyinli figüranlarına teşekkürlerimi borç bilirim.

Bir sonraki ayna önü değişim zırtısında kendimi daha az hayvanlaşmış bulmak dileğiyle esen kalın...